Kıblenin Değişme Hadisesi 2

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam O’nun Resûlü’ne olsun.

Hicretin 2. senesinde yaşanan önemli olaylardan birisi de kıblenin değişmesi hadisesi idi. Bu emir ile beraber Medine’deki tüm fitne odakları bir anda harekete geçtiler ve kafa karıştırıcı propagandalara başladılar. Bunun üzerine Allah (cc) Bakara Suresi’nin 142-152. ayetlerinin indirdi. Geçen yazımızda 142. ayeti incelemiştik. Bu yazımızda da geri kalan ayetlerden bir kısmını incelemeye çalışacağız.

“Siz insanlara şahit olasınız, Resûl de size şahit olsun diye sizi vasat/seçkin/hayırlı bir ümmet kıldık. (Mescid-i Aksa’yı bırakıp Kâbe’yi yeni) kıble olarak tayin etmemizin tek nedeni Resûl’e uyanlarla ökçesinin üzerine gerisin geriye dönecek olanları ayırt etmektir. O (kıble değişimi), Allah’ın hidayet ettikleri dışında kalanlar için (kabullenmesi/anlaşılması) ağır bir hadisedir. (Kıble ayeti inmeden eski kıbleye doğru namaz kılarak ölenleri merak ediyorsanız) Allah imanlarınızı (namazlarınızı) boşa çıkaracak değildir. Allah insanlara karşı (şefkatli olan) Raûf, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir.” [1] [2]

Allah (cc), lütfu ve kereminin bir sonucu olarak şahısları, toplumları, ümmetleri seçer ve bunlardan bazılarını diğerlerine üstün kılar. İslam ümmeti de Allah tarafından seçilmiştir. Bununla birlikte böyle bir faziletin omuzlarımıza yüklediği sorumluluklar vardır. Ayrıca Allah çeşitli imtihanlarla seçilmişliği hak edip etmediğimizi kontrol eder. Seçilmiş ümmete layık olmayanları, imtihanlar vesilesi ile temizler.

Öyleyse Müslim, kendisine tanınan ayrıcalığın kıymetini bilmeli ve onu nasıl muhafaza edeceğini, bu vesile ile üzerine yüklenen sorumlulukları iyi tahlil etmelidir. Bu ayet vasat olma sorumluluğunu yüklemesi açısından önemlidir. Yani Müslim fert; hakkı hak bilip hak ehlinin yanında olacak, batılı tanıyıp ondan ve ehlinden uzak duracak. Bu bilgiyi de tüm insanlığa haykırıp şahitlik vazifesini yerine getirecek. Bu vasat ümmet olmanın gereğidir.

Yine şu ayetler de başka sorumluluk alanlarına işaret etmektedir:

“Allah yolunda hakkıyla/Allah’ın şanına yakışır şekilde cihad edin. O sizi seçti. Dinde size bir darlık/güçlük yüklemedi. Atanız İbrahim’in milletine (uyunuz!) O (Allah) sizleri bundan önce de bunda da Müslimler/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullar diye isimlendirdi ki Resûl size, siz de insanlara şahitlik edesiniz. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a tutunun. O, sizin Mevlanızdır. Ne güzel bir dost ve ne güzel bir yardımcı!” [3]

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah’a iman edersiniz. Şayet Ehl-i Kitap iman etmiş olsaydı onlar için daha hayırlı olurdu. Onlardan müminler olmakla birlikte çoğunluğu fasıklardır.” [4]

Sorumluluklarını tespit eden Müslim süreç içerisinde Allah (cc) tarafından deneneceğini unutmamalıdır. Yahudiler gibi “Zaten seçilmiş ümmetiz!” diyerek yan gelip yatmaktan, her imtihanda kaybedenlerden olmaktan, kendisinin yerine fedakârlık yapanlarla avunmaktan ve sorumluluklarından bihaber bir şekilde yaşamaktan kaçınmalıdır.

İmtihanları Selametle Atlatmanın Yolu: Hidayet Ehli Olmak

İnsan hayatı boyunca şer’i ve kaderî imtihanlarla karşılaşır. Her imtihan zordur ve insanı yıpratır; ancak bu durumu hafifletmenin bazı yolları vardır:

“Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım dileyin. Şüphesiz ki o (namaz ve sabırla yardım dilemek), huşu ehli dışındakilere büyük/ağır gelen bir yüktür.” [5]

Örneğin bu ayet, imtihanları aşmak için sabır ve namaz ilacını tavsiye etmektedir.

Kıble ile ilgili ayet ise başka bir anahtarı bize vermektedir: Hidayet ehli olmak. Mümin Rabbinden bir hidayet üzere olursa kıble hadisesinde olduğu gibi çok ağır imtihanlar dahi onun ayaklarını kaydırmaz.

Hidayet ehlinin ne imtihanlarla beli kırılır ne de nimetlerle şımarıp, nankör olur. O, hidayet üzere olması nedeniyle şükür ve sabır ehlidir. Dilinde sürekli şu dua vardır.

”Ey El-Hâdî olan Rabbim! Hayatımın hiçbir anında ve bilhassa imtihanlarda beni nefsimle baş başa bırakma! Hidayetin ile bana yol göster. Ayaklarımı dinin üzere sabit kıl.”

Hidayet ehli olmak isteyen Müslim, dinini iyice öğrenir. Öğrendikleri ile amel eder. Amel ettiklerini insanlara anlatır ve tüm bunların neticesinde, gelecek olan imtihanlar için Rabbinden sabır ve sebat ister.

İman ve Amel Bir Bütünlüğü

Kıble emri ile beraber sefih tabakanın şüpheleri neticesinde Müslimlerin aklına “Önceki kıbleye yönelerek kıldığımız namazlar ne olacak?” sorusu takıldı. Allah (cc) onların gönüllerine “Allah imanlarınızı zayi edecek değildir.” cevabı ile su serpti. Bir nevi “Siz bildikleriniz ile amel edin, anın vaciplerini yerine getirin, Allah geri kalandan sizi sorumlu tutmaz.” demiş oldu.

Bununla beraber bu cevap başka bir hakikate daha değinmektedir. Allah (cc) “Allah namazlarınızı zayi edecek değildir.” demedi ve “namaz” yerine “iman” ifadesini kullandı. Aslında burada şaşırılacak bir durum yoktur; çünkü bidatçilerin şüphelerini bir kenara koyup Kitap ve sünneti inceleyen herkes imanın amel, amelin de iman olduğunu rahatlıkla anlayacaktır.

Ebu Hureyre (ra) Allah Resûlü’ne (sav) “Allah’a en sevimli amel hangisidir?” diye sorduğunda Allah Resûlü, “Allah’a ve Resûlü’ne imandır.” diye cevap vermiştir. Hatta İmam Buhari bu hadisi “İmanın, amelin ta kendisi olduğu hakkındaki bab” kısmında zikretmiştir.

Maalesef harici fitnesine karşı ortaya çıkan irca akidesi, bir musibeti def etmek isterken daha büyük bir belayı İslam ümmetinin başına sarmıştır. İmanı amelden ayırarak insanların hiçbir şey yapmadan da iman ehli olabileceği anlayışını insanlara yerleştirmiştir. Günümüzde amelleri sorgulanan kişilerin “Benim kalbim temiz.” diyerek kendilerini kurtarmaya çalışmaları, irca akidesinin toplumlar üzerindeki etkisine en ciddi örnektir.

“Elbette, yüzünü semaya çevirip durduğunu bilmekteyiz. (Çokça yaptığın duaların neticesi olarak) seni hoşnut olacağın kıbleye yönelteceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir. Ve siz de her nerede olursanız yüzünüzü Mescid-i Haram’a çevirin. Şüphesiz ki kendilerine Kitap verilenler, (kıble emrinin) Rablerinden gelen hak bir emir olduğunu bilmektedirler. Allah onların yaptıklarından gafil değildir.” [6]

Allah Resûlü kıble olarak Mescid-i Aksa’ya yöneliyor; ancak kalbinde Kâbe’ye dönme arzusunu taşıyordu. Bu sebeple sürekli Rabbine müracaat ediyordu.

Allah Resûlü’nün kıble değişimini istemesinin sebeplerinden bazıları şunlar olabilir:

Kâbe, Allah Resûlü’nün (sav) atası İbrahim’in (as) inşa ettiği ve Allah’ın da (cc) evim dediği bir yerdi.

Müslimler Mescid-i Aksa’ya yöneldiği için Yahudiler Peygamberimize olumsuz yönde söylemlerde bulunuyor, Yahudiliğin İslam’dan daha faziletli olduğunu ima ediyorlardı. Kıble değişimi ile İslam bir nevi bağımsızlığını ve Ehl-i Kitab’a muhalefetini ilan etmiş olacaktı.

Allah Resûlü’nün daveti evrenseldi. Ancak birincil muhataplar Arap toplumları idi. Dolayısıyla Kâbe’ye yönelmek onların gönüllerini okşayacak ve hidayetlerini kolaylaştıracaktı.

Medine’de yaşayan Müslimlerin en önemli hedeflerinden birisi Kâbe’yi şirkten ve müşriklerden temizlemekti. Kıblenin oraya yönelmesi bu duyguyu daha da kamçılayacaktı.

Allah (cc) ayette Peygamberinin bu isteğini nasıl yönelttiğini, o zamanlardaki ruh hâlini vasfediyor. Peygamber’in (sav)vasfedilen durumu Müslimlere de bir hatırlatmadır. “Ey Müslim! Eğer bir isteğinin gerçekleşmesini istiyorsan gök, kıblen olsun. Dualarında ısrarcı ol; ama acele etme!”

Mümin, Rabbinden asla ümidini kesmemelidir. Duama icabet olunmuyor, diyerek duayı terk etmemelidir. Çünkü yöneldiği ilah dileklerini yerine getirmekten aciz değildir. El-Hâkim isminin bir gereği olarak kuluna en uygun zamanda en uygun şekilde icabet edecektir.

Örnek ve Önder Olmanın Gerektirdikleri

Allah (cc) bu ayette kıbleye yönelme emrini ilk önce Peygamber’ine sonra Müslimlere yöneltiyor. Rabbimizin hitap sıralaması, bizlere, emir ve yasakların toplumda uygulanabilmesi için ilk önce önderlerin, emredicilerin o ameli gerçekleştirmeleri gerektiğini öğretmektedir. Baba, hoca, emir, patron vb. kişiler sorumluluğu altındakilerde bazı değişikliklerin gerçekleşmesini arzu ediyorsa bu ilkeyi hayata geçirmelidir. Zaten kişi herhangi bir şey anlatmadan sadece amelleri ile insanları eğitebilir. Çünkü insan duyduklarından daha çok gördükleri ile hayatını şekillendirmektedir. Sorumlular fiillerine bir de nasihati eklerlerse elbette çok daha güzel olur.

Allah’ın (cc) kıbleye yönelme emrini ilk önce Peygamber’ine sonra da müminlere emretmesindeki başka bir incelik de şeriat ile beşerî kanunlar arasındaki farkın ortaya çıkmasıdır.

Şeriatın emirleri, ilk önce onu uygulayıcıların evine uğrar, sonra da topluma yayılır. Beşerî kanunların ise kendilerini yapanlara asla bir etkisi olmaz. Onlar dokunulmazlık zırhı altındalardır. Toplumun en alt tabakaları, kanunların ağırlığını tüm zerrelerine kadar hissederlerken yöneticiler sanki bu kurallardan muaf gibidir. Sadece yöneticiler değil, onlardan yavaş yavaş kademe olarak aşağı indiğimizde de etkisi azalmakla beraber muafiyetin devam ettiğine şahitlik ederiz.

Peki, kim kendi koyduğu kanunlara bağlı olmak zorunda değildir? Elbette ki âlemlerin Rabbi olan Allah! İşte o yüzden beşerî kanun koyucular dokunulmazlık zırhı ile kendilerini ilah yerine koyduklarını ilan etmiş olurlar.

Şeriat ise beşerî kanunlardaki bu eksiklikten münezzehtir. Mekke’nin en önemli kabilelerinden olan Mahzunoğullarında bir kadın hırsızlığı âdet edinmişti; yani ihtiyacı yoktu, ama çalmadan yapamıyordu. Hırsızlığı sonucunda elinin kesilmesine karar verildi. Mahzunoğulları kadının şerefli bir aileye mensup olması nedeniyle bunu bir ayıp olarak kabul ettiler ve Usame bin Zeyd’den cezanın kaldırılması için Allah Resûlü’ne ricada bulunmasını istediler. Peygamber (sav) bu talebi duyunca çok öfkelendi ve bütün yöneticilerin kulağına küpe olacak şu sözleri söyledi:

“Vallahi kızım Fatıma hırsızlık yapmış olsa onun da elini keserdim.” [7]

Allah Resûlü bir gün elindeki çubuk ile Müslimlerin saflarını düzenliyordu. Bir sahabenin sırtına çubuk ile dokununca sahabi “Ey Allah’ın Resûlü! Canım acıdı.” dedi. Peygamber (sav) hemen elbisesini sıyırdı, çubuğu adama verdi ve “Kısasını al!” dedi. Canlarımız ona feda olsun!

İşte bu yüzden şeriat sadece adalet, beşerî kanunlar ise sadece zulüm doğurur.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.

 

[1]       .   2/Bakara, 143

 

[2]       .   Bakara Suresi’nde yer alan ayetlerle ilgili zikredeceğimiz değerlendirmeler, Halis Hoca’mızın bu ayetlere yaptığı tefsirlerden özetlenmiştir.

 

[3]       .   22/Hac, 78

 

[4]       .   3/Âl-i İmran 110

 

[5]       .   2/Bakara, 45

 

[6]       .   2/Bakara, 144

 

[7]       .   Buhari, 12; Müslim, 9

 

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver