Katre ve Köpük

Dudaklarında, imanına zulüm karıştırmamış Muvahhid bir Müslüman olarak yaşamaktan doğan sevinçli bir gülümseyiş titriyordu ihtiyarın. Çocuklarının hatta başka insanların da dertleriyle alâkadar olduğunu gösteren gözlerindeki parıltılar muhatabına gönderiyordu.

Abdurrahman, babasının nasihatlerini dinliyor, sorduğu bazı sorulara kısa cevaplar veriyordu. Hep az konuşurdu Abdurrahman. Konuşurken aklında bambaşka şeyler olduğu açıkça belliydi her halinden.

Düşünceli ve bazen de buğulu bakışlarla karşısındakinin gözlerinin içine içine bakıyordu. Bu bakış tarzı, muhatabını görüp görmediği hususunda kuşkulandırırdı insanı bazen. Öyle doluydu öyle hüzünlüydü ki yüzünü kaplayan bu çocuksu masumiyet zaman zaman kayboluyor, yerini gelincik tarlasını andıran kızılca renkli bir maske takılmış gibi bir yüz alıyordu o sırada.

İbrahim Efendi, oğlunun sıkıntılarını biliyor, çözüm için çaba gösteriyor ve çokça dua ediyordu bu gaileyi selametle tlatsın diye.

Abdurrahman… Şu yaşına dek babasının bir dediğini ikilememiş, güzel ahlaklı, iyi huylu ve mürüvvet sahibi genç bir adam.

İbrahim Efendi… Oğlunun hayattaki tecrübesizliğinin ve son zamanlarda yaşanmakta olan farklı siyasal dalgalanmaların etkisini kazasız belasız atlatma telaşında bilge bir baba…

Abdurrahman, ruhundaki çoraklığı belki münbit bir iklime çevirebilir umuduyla işittiği her sese kulak, her manzaraya dikkat kesiliyordu. Miting meydanlarını hınca hınç dolduran gönüllü ve coşkulu kalabalıkların arasına katılmamak için zaman zaman zor zaptedebiliyordu kendisini.

İbrahim Efendi, hilm ile, sabırla, hikmetle oğluna öğütlerde bulunmaya devam ediyordu. Oğluyla karşılıklı oturmuşlar, rahat ve mesud iki candan arkadaş gibi muhabbet tadında anlatmaya başladı anlatacaklarını ihtiyar mümin.

__ Bak oğul, sana anlatacağım bu hikayeyi ben henüz çocukken dinlemiştim. O zamandan beridir katreyi, damlayı tanıyıp sevmiş, köpüğün de ne olduğunu öğrenmiştim. Önce şu ayeti dinle, sonra hikayeyi.

” O, gökten su indirdi de vadiler kendi ölçülerince sel olup aktı. Bu sel, çıkan bir köpüğü yüklenip götürür. Süs veya (diğer) eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah, hak ile batıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller verir.” (13/Ra’d, 17)

Köpük ile katre arasında şöyle bir konuşma geçtiği anlatılır:

Köpük:

__ Ahh! OOff!

__ Hayırdır Köpük, ne oldu yine?

__ Ne mi oldu? Daha ne olsun, üstüme üstüme geliyorsun ve zavallı kabarcıklarımı hiç acımadan parçalayıp dağıtıyorsun ve… Ve ondan sonra da sorduğun soruya bak, ınghh!

__ Buralara neden geldiğimi sen de çok iyi biliyorsun, değil mi?

__ Evet, evet… Biliyorum. Fakat, bunu biliyor olmam bana böyle tıpır tıpır darbelerle saldırmana gerekçe olamaz, anlıyor musun, olamaz…Ahh!

__ Sakin ol Köpük. Hemen köpürdün yine.

__ Sizin elinizden nerelere gitsem bilmem ki, Ooff!

__ Gidebileceğin bir yer olamadığını defalarca kendin itiraf ettin. Her seferinde de böyle mıymıntı mıymıntı mızmızlanıp duruyorsun.

Köpük sustu, yutkundu ve ümitsiz bir tavırla ellerini yüzüne kapadı. Derinden bir of çekerken az kalsın birkaç kabarcığı daha patlatacaktı.

Yağmur damlası Köpük’ün halini her gördüğünde Allah’a hamd ediyordu. Hem nasıl hamd etmesin ki? Ya o da işte bu zavallı köpük ve kabarcıkları gibi şişkin de olsa çok zayıf bir baloncuk olsaydı? Aman Allah korusun. Böyle bir akıbeti düşünmek bile kızgın çöl kumlarına düşmekten çok daha kötü gibi geldi ona. Köpük’ün hikayesini hatırladığı zaman ona hep acımıştır. Ne acı… cık, cık, cık!

Bu Köpük, daha önce kendileri gibi duru bir yağmur damlasıydı. O da gökten uygun bir ölçüde tane tane ipeksi bir dokunuşla yeryüzüne inen yağmurun bir danesiydi, incecik, nazenin. Yağmur taneleri hep beraber kupkuru yerlere ulaşırlardı. İnsanların faydalandıkları türlü türlü ekinlerin, tane tane salkım salkım meyvelerin, çeşit çeşit sebzelerin, otların ve çiçeklerin yeşermesi ve boy vermesi için onlara hayat verirler, can suyu taşırlardı.

Her zaman olduğu gibi Allah’ın izniyle yararlardı. Kimi zaman (güzel memleket) olarak isimlendirdikleri verimli topraklara düşerler, bundan da çok mutlu olurlardı. ‘Kötü’ olarak tanındıkları yerlerden ise hiç hoşlanmazlardı ama nerde inmeleri emredildi ise itaat eder güle eğlene oraya varırlardı, onları taşıyan bulutların içinde.

O zamanlar Köpük’ün adı Katre imiş. Billur gibi berrak, hoş ve temiz olduğu için herkes onu bu isimle çağırmış. Katre bir gün bir akarsuya inmiş. Akar suya iner inmez kıyıda bulunan irili ufaklı taşlara yönelmiş. Orada kendisinden ve arkadaşlarından çok farklı şeyler görmüş. Bunlar şişkince ama içi boş baloncuk gibi varlıklarmış.

Katre bunları gördükten sonra birlikte indikleri diğer arkadaşlarına katılıp akar suyla birleşerek akıp gitmekten vazgeçmiş. Yeni varlıklar değişik bir ortam onu heyecanlandırmış tabi. ‘Ooo… Ne güzel şeyler!’ demiş içinden.

Arkadaşlarından ayrı kaldıktan kısa bir süre sonra arkadan dalga dalga gelen şiddetli çalkantılar onu kıyıdaki taşlara çarpıp çarpıp bırakmış. Sonra bir yosun kümesine takılmış. Tek başına kalıpta hiç alışık olmadığı şeylerle karşılaşınca aklı karışmış, hatta büyülendiğini zannetmiş. Çok tuhaf bir şekilde içini gıdıklayan bir hoşluk sarmış yüreğini sonra. ‘Ohh!’ demiş. ‘Ne güzel şeymiş özgür olmak, yaşasın!’ diye sevinçten zıpzıp zıplayıp sıçramaya başlamış.

Onun böyle sevinç içerisinde hopladığını gören haşin dalgalar tekrar Katre’ye yönelerek onu şiddetli bir şekilde savurmuşlar. Katre öyle bir şok yaşanmış ki öldüğünü zannetmiş. Ayıldığında ise artık kendi kendisini tanıyamaz olmuş. Önceki haline benzer hiçbir tarafının kalmadığını fark etmiş ve bundan biraz ürperir gibi olmuş. Ne olmuştu ona? Kıyıda yakınında duran bir su birikintisinin başında durup kendine baktığında hayretle bambaşka bir şey olduğunu görmüş. Kısa bir süre önce imrenerek izlediği köpüklerden bir çöplük olmuştu. Çevresinde de sayamadığı kadar kabarcıkların olduğunu görmüş. Akarsuyun üzerinde yüzerek gelen diğer köpük tabakaları onu tebrik etmek için sıraya girmişlerdi. Kimisi kızıla çalan pas renginde, kimisi küf yeşili, kimisi de yosun karası rengindeymiş. Hepsi bir ağızdan Köpük’ün aralarına katılmasını kutlamışlar:

__ Yaşasın özgürlük!

Ahh… Katre Efendi! Ne yaptın böyle, zayi ettin kendini. Bir ismin âb-ı hayat idi. Her bir insan için can idin, ümit idin, kuvvet idin, nefes idin, su idin, hayat idin, değerliydin. Şimdi ise köpük oldun, kıyılara vuruldun. Yosunlara tutundun. Çakıllara yoldaş oldun. Katre olduğun zamanlardaki gibi artık ne yükselip bulutlarla buluşabiliyorsun, ne de toprağa düşüp nebatâta bir nefes, bir nefhâ olabiliyorsun.

Seni artık öfkeden köpürenlerin ağızlarındaki köpük olarak görüyoruz. Bazen de kudurganların sıçrattıkları salyalardaki hararetten tanıyoruz. Tıpkı ölüm denizinde sıçrayan köpük serpintileri gibi. Hayat kaynağı ile bağını kopardığından bu yana yaşayan bir cesetten farksızsın. Şirk meclislerinin estetiği ve işret sofralarının ziyneti olmuşsun.

Hırslı ve öfkeli hatiplerin coşkun kalabalıklardan almayı umdukları alkışların şiddetini artırmak için dudaklarındaki süsü olmuşsun. Ya kaynayan kazanlardan taşmak için çırpınıyorsun, ya çalkalanan yurtlardan çıkmak için feryat ediyorsun, ya da mayalanmış ideolojilerin ekşimesinden dolayı köpük köpük köpükleniyorsun.

Maden köpük olacaktın, bari dostların dudaklarında bir gülümseme kadar hafif ince bir köpük olsaydın…

İşte böyle Katre bu şekilde köpük oldu. Oysa eski dostları ve arkadaşları her zamanki gibi içten bir mutlulukla kurumuş damarlara akan, görmeyen gözlere fer, takatsiz dizlere derman, katılaşmış kalplere merhem olmaya devam ediyorlar.

Toprakları bereketlendiren akarsulara dönüşüyorlar. Katre katre deryalar oluyorlar. Kuraklıktan çatlamış topraklar hayat bulsunlar diye bir rahmet yağmuru gibi yeryüzüne yağmaya devam ediyorlar. Yeryüzü allı pulu ziynetini tamamlasın diye. İnsanlar âb-ı hayatı tanısınlar, kana kana kansınlar diye…

Ya köpük ne yapıyor? O da içi hava dolu kabarcıklarının patlamaması için çırpınıyor. Yağmur ise her zaman ki gibi katre katre, tıpır tıpır yağmaya devam ediyor.

Köpük kabarcıklarını da görünümünü ve varlığını dahi duru ve temiz olan suya borçludur. Ancak su bulabildiği zaman ortaya çıkabiliyor. Toprakta, betonda veya çölde ortaya çıkamaz, çıksa dahi orada asla yaşayamaz. Tıpkı gündüzü örtüp kapatmaya çalışan, gecenin karanlığı misali. Köpük de temiz, arı, duru, hayatının bağlı olduğu suyun üzerini örtmek için kabarıp kabarcıklanır. Ta ki bir yağmur tanesi yepyeni bir katre gelerek ‘tıp!’ diye baloncuklarını patlatıp dağıtana dek hemen herkes Köpük’e hayran hayran bakınır.

Köpük işte içi hava dolu minik bir baloncuktur. Akan suyun üzerine yayılır, çöreklenir.

Sudaki gücün ve hareketin köpük sayesinde ortaya çıktığına herkesi inandırmak için…

İçimi hoş ve temiz olan suyun, çirkin gösterip kirletmek için…

Şeffaflığını ve berraklığını bulandırmak için…

Tadını ve rengini bozmak için.

Kokutmak için…

Karartmak için…

Korkutmak için…

Saklamak için…

Göstermemek için…

Köpük kabarcıklanmaya devam ediyor, edecektir de. Su ise her halükarda mecrasını buluyor, bulacaktır da.

Sen; Katre ol,

Su ol,

Dere ol,

Nehir ol,

Deniz ol,

Derya ol,

Sakın köpük olma, köpükleşme!

Yaa evlat, işte böyle.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver