Çindeki Iraklı

Allah’ın Adıyla,

Hamd; bütün taşkınlıklarına, günah üstüne günah işlemelerine ve Rablerini unutup kendilerini dünya hayatına kaptırmalarına rağmen onlara merhamet edip onların hidayet bulması için fırsat üstüne fırsat sunan Allah’a (cc) mahsustur.

Bütün salât ve selamlar O’nun (cc) nebisi ve resûlü olan Muhammed Mustafa’nın (sav) üzerine olsun.

Öncelikle beni karanlıklardan; çıkmazlardan; günahlardan; fısk, fücur ve masiyetlerle dolu bir hayattan kurtarıp vahyin aydınlığına, tevhid güneşiyle aydınlanmaya, tevbeye ve aslıma; yani İslam’a dönmem için bana fırsat veren, beni hidayet eden âlemlerin Rabbi olan Allah’a (cc) hamd-u senalar olsun.

Şüphesiz ki O’nun (cc) rahmeti ve merhameti olmasaydı helak olanlardan ve bedbaht olmuş olacaktım.

Rabbim, bize hidayet ettiğin gibi, bizi hidayet üzere sabit kıl ve canımızı Müslim olarak al. Allahumme âmin.

Her şey, Çin’in Yiwu şehrinde cuma namazı kılmak için gittiğimiz mescidde bir Iraklının bizi tekfir etmesiyle başlamıştı…

Yıl 2013, bir sonbahar mevsiminin son demleri… Antalya’da turizm sektörüne hizmet veren ve hediyelik eşya toptancısı olan bir firmada çalışıyordum. Satış ve pazarlama elemanıydım. Antalya ve çevre ilçelerine hediyelik eşya dağıtımı yapar, turistlerin hangi hediyelik eşyaya rağbet ettiklerini, hangi ürünlerin daha çok satıldığını iyi analiz ederdim.

Çalıştığım işyeri benim bu özelliğimi fark etmiş, benden daha fazla yararlanabilmek için bir teklifte bulunmuşlardı.

Bire bir satışla ilgilendiğim için hem fiyatların bilgisi hakkında hem de hangi ürünlerin satılıp satılmayacağı konusunda daha faydalı olacağını düşünmüş olmalıydılar ki işyeri yetkilileri, onlarla beraber Çin’e ürün almak için gitme teklifinde bulundular. Bunun Allah’ın (cc) izniyle hayırlı olacağını düşündüm ve onlarla gitmeye karar verdim.

Yaklaşık bir ay kadar Çin’de kaldık. İlk bir iki hafta ürün alma, sipariş verme gibi işler nedeniyle yoğun bir tempo içine girmiştik. Orada kaldığımız son iki haftada ise sipariş verdiğimiz ürünleri teslim almayı ve konteynerlere yükleyip yola çıkmayı bekledik.

O son iki hafta içerisinde boş zamanım olduğu için gündüzleri geziyor, Çinlilerin hayatlarına bakıyor, onların yaşam tarzlarını bizim yaşam tarzımıza göre karşılaştırıyor, düşünüyor ve tefekkür ediyordum. İslam’a ait hiçbir görüntünün olmadığı, ezanların okunmadığı, Allah’a (cc) herhangi bir ibadetin yapılmadığı ve bununla beraber nimet üstüne nimetin bulunduğu bu memleket üzerinde düşünüp duruyordum.

Kimi zaman Müslüman bir ülkede (!), Türkiye’de yaşadığımı ve namaz, oruç, zekât gibi amellerle Allah’a (cc) kulluk yaptığımı düşünerek, bana bahşettiği bu nimetler için Rabbime hamdediyordum.

Orada geçirdiğim süre içerisinde iki defa cuma namazını kılmak için gittiğimiz altı katlı bir binanın teras katında mescid hâline getirilmiş yere bir gün yine cuma namazını kılmak için gitmiştik. Daha önceki iki hafta içerisinde fark ettiğim ve tesirinde kaldığım çok önemli bir durum vardı. İmam, Fâtiha Suresi’ni okuduktan sonra cemaatin sesli bir şekilde “Âmin.” demesi… İlk kez böyle bir şeye şahit oluyordum ve çok etkilenmiştim. Tüylerim diken diken olmuştu. O nasıl bir gür ses ve içten gelen bir “Âmin.” deyişti öyle. İlk defa bir namazdan haz almış ve kendimi tabiri caizse sanki Peygamber’in (sav) ashabıyla aynı safta hissetmiştim. Keşke hep cuma olsa ve bu namazı tekrar kılıp bu heyecanı tekrar yaşasam diye düşünüyordum…

Namaz bitmiş, tesbihat yapıyorduk. Beni şaşırtan yeni bir durumla daha karşı karşıyaydım. Türkiye’de olduğu gibi müezzin herkese toplu bir şekilde tesbihat çektirmiyor, herkes kendi tesbihatını çekiyordu.

Gelelim asıl meseleye, beni can evimden vuran olaya… Beni hakkı aramaya sevk eden sebebe… Rabbimi, niçin yaratıldığımı ve şimdiye kadar boş yaşadığımı anladığım o âna…

Aynı safta namaz kıldığımız Iraklı bir kişi bizim patronlarla koyu bir muhabbete girmiş, biraz tartışma kokan bir havada karşılıklı konuşuyorlardı. Tabii İngilizce konuştukları için anlamıyordum. Lakin bizim abi, adamın ne demek istediğini bana tercüme ediyordu.

Adam çok hararetli bir şekilde; boşuna namaz kıldığımızı ve müşrik olduğumuz için namazımızın ve amellerimizin boşa gideceğini söylüyordu. Evet, yanlış duymamıştım. Biz müşriktik adamın anlattıklarına göre…

Öncelikle nereden geldiğimizi sormuş, “Türkiye’den.” deyince de; ülkemizin laik bir ülke olduğunu söylemişti. Müşrik! Değişik bir kelime, daha önce çok duyduğum; ancak üzerinde hiç durmadığım bir kelime, müşrik!

Nasıl olurdu, biz nasıl müşrik/kâfir olabilirdik?..

Biz “Lailaheillallah” diyen, Allah’a (cc) kulluk eden bir topluluktuk. Ülkemizin lideri Müslüman’dı; namaz kılan, İsrail’e rest çeken biriydi. Filistin’e yardım ediyorduk. Suriyelilere sınırlarımızı açmıştık. Dünyanın her tarafındaki Müslümanlara, mazlumlara yardım ediyorduk. Ülkemizin her tarafı camilerle doluydu. Her yerde ezan sesleri vardı. Nasıl olur da bu adam bize müşrik/kâfir muamelesi yapardı!

Hem de bunu bize söylerken aynı safta Allah’ın (cc) emrettiği bir ibadeti yerine getirmek için oradaydık. Bu adam bilmiyordu ve bize (Türkiye’ye) kıskançlığından öyle söylüyor, diye düşünmüş, bizim abiden kendisine şunları söylemesi için ricada bulunmuştum: “Biz elhamdulillah Müslüman’ız. Müslüman’ız ki burada namaz kılıyoruz. Ülkemizin lideri Müslüman’dır, Müslümanlara yardım ediyoruz, ülkemizin %99’u Müslüman’dır. Siz ne yapıyorsunuz? Saddam’ı sattınız! Ülkenizi ABD’ye teslim ettiniz! Ülkenizde cezaevlerinde kadınlara tecavüz ediliyor! Siz bu hâldeyken bize mi kâfir/müşrik diyorsunuz?” diyerek, biraz durumu kabul edememe ve Allah’a (cc) sığınıyorum, biraz da kibirle birlikte adamı terslemek istemiştim…

Çıktık oradan, kaldığımız otele gittik. Lakin kafam allak bullak olmuştu. Nasıl olur da müşrik/kâfir olurduk?

Bu duygu ve düşünceler içerisinde kalan günlerimi de tamamlamış, Türkiye’ye dönmüştüm.

Birkaç gün geçtikten sonra bu konuyu araştırma işine girmiştim. Öncelikle kime gideceğimi, kimden bu konuları tam olarak öğrenebileceğimi düşündüm. Sofilere yöneldim, bir ay kadar onların dergâhına gidip geldim. Dinimi öğrenmek istediğimi, gerçekten İslam’ın bütün emir ve yasaklarını öğrenmek/anlamak, yaşamak istediğimi söyledim…

Tabii doğal olarak tevbe almak, zikir, hatme ve rabıta gibi meselelerle başladık öğrenmeye. Bunların içerisinde yapamadığım tek şey, rabıta idi. Bir türlü istenileni yapamıyordum. Fıtratım kabul etmiyordu. Nasıl olurdu? Nasıl şeyhin beni gördüğünü, iki kaşının ortasından süt aktığını ve kalbimde günahlardan dolayı biriken duman gibi karartıyı temizleyebildiğini düşünebilirdim…

Zaten çok kalamadım onların yanında. Kaldığım süre içerisinde bırakın dinimizden bir şey öğrenmeyi, “Elifba”yı dahi öğrenememiştim. Sorularıma cevap bulamıyordum, tam bir İslam görüntüsü yoktu onlarda… Söylediklerinin ve yaptıklarının Kur’ân ve sünnette bir örneği yoktu. Hayali bir dindi sadece… Bunların anlattıklarını yaptığımda, Allah’a (cc) kulluk noktasında beni tatmin etmiyordu.

Ayrılmıştım, onlara gitmiyordum artık. Birkaç defa aramalarına rağmen gitmedim, sonunda onlar da aramayı bıraktılar.

Tekrar dönmüştüm başa… Biz neden müşriktik? Tekrar arayışa girmiştim. O dönem, 2013-2014 zamanları, Ortadoğu’da savaşın çok kızıştığı bir dönemdi. Kur’ân’dan ayet okuyan okuyanaydı… İlk kez o zaman tevhid ve tağut kelimelerini duymuştum. Üstelik, üstüne basıla basıla bu konulara değiniliyordu. Meğer biz ne çok şey bilmiyormuşuz!

Bu konulara meyilli birine derdimi anlatmıştım. Adamın bizi tekfir ettiğini, bize kâfir/müşrik dediğini söyledim. Ben, “Öyle şey olmaz.” diye bir cevap beklerken ondan; adamın haklı olduğunu, toplumun şirk üzere olduğu için müşrik/kâfir olduğunu işitmekle üzerime kaynar suların akması bir oldu. Abi susmuyor, meseleyi detaylıca anlatıyordu. Şirk koştuğumuz için amellerin boşa gideceğini, tevbe edip İslam’a dönmediğimiz sürece sonumuzun ateş olacağını söylüyordu. Dinledim, dinledim ve büyük bir sabırla sonuna kadar bekledim. Sonra sordum: Ben bu dediklerini, nereden, nasıl öğrenebilirdim? Öncelikle mealiyle birlikte Kur’ân okumamı, sonra da bir hoca önererek onu dinlememi tavsiye etmişti. Zaten Türkiye’de dini hakkıyla anlatan yalnızca birkaç hocanın olduğunu söylemişti…

Evet, önerdiği o hoca, Halis Hoca’ydı. Subhanallah! Bu nasıl güzel bir hitabet ve konuları çekinmeden, korkmadan anlatmaktı öyle… İlk kez kendilerine değil, Allah’a (cc) davet eden birini görmüştüm. Gece gündüz anlattıklarını dinliyor, bahsettiği ayetleri ve meseleleri Kur’ân’dan ve internet üzerinden araştırıyordum.

Hakkı duydukça kalbimde ve ruhumda baharlar açıyor, vahyin verdiği enerjiyle hayata bakışım değişiyor, anlam kazanıyordu. Yaklaşık bir yıl boyunca dinledim. Elhamdulillah, tevhidi kabul etmiş ve tağutu inkâr etmiştim. Bazı meselelerde eksiktim. Lakin onlar da öncelik sırasında biraz geride kalıyordu…

Yaptığım işi bırakmıştım. Turistlere figür, heykel, put gibi nesneler satacak değildim bu saatten sonra… Bir kamyon almış, nakliye işine girmiştim.

Evlenmek için memleketime dönmüş, kendime basit usul denilecek bir nakliye firması açmıştım. Memlekette nakliye işiyle uğraşıyor, boş kaldığım zamanlarda da ofiste Halis Hoca’yı dinliyordum. Bilmediğim bütün konuları öğrenmeye çalışıyordum. Bir gün ofisin yanında bulunan bir binanın altındaki taziye evinde, bir tanıdığımızın taziyesi vardı. Bir abi yemek yemek için beni taziye evine davet etmişti.

Taziyeye karşı olduğumu belirtince de “Arka bölümdeki odada yemek yiyip gidersin.” demişti. Gittim. Yemek yerken, Fâtiha okunması için hoca efendi, “El-Fâtiha!” diye seslendi. Tabii ben yemek yemeye devam ettim. Ölülere Fâtiha ya da Kur’ân’dan herhangi bir bölüm okunmayacağını öğrenmiştim, elhamdulillah.

Orada bulunan bir abi niçin Fatiha okumadığımı sordu. Sebebini açıklamama rağmen, alaycı bir tavırla karşılık vererek, beni oraya davet eden abiye, ne dediğimi bilmediğimi, delirdiğimi söyledi. Lakin hiç beklemediğim bir şekilde o abi bana destek vermişti, söylediklerimi tasdik ediyordu. Şaşırmıştım! Nereden biliyordu bu meseleyi? Bu meseleler üzerine biraz konuşunca bana, “Tevhid Dergisini mi arıyorsun?” diye sordu. Büyük bir heyecanla “Evet!” deyince Tevhid Dergisinin burada her hafta düzenli olarak seminerleri olduğunu söyledi.

Subhanallah bu nasıl bir rahmet, bu nasıl bir nimetti…

Rabbim bana her yerden kapılar açıyor, güzellikler nasip ediyordu. Birkaç gün sonra haftalık seminerin olduğu gün, büyük bir heyecan ve aceleyle gittim. İlk önce bir hoca ders anlattı. Sonra çay faslı ve din üzerine sohbetlerin olduğu halkalar oluşturulmuştu.

Subhanallah! Tekrar şaşırıyordum! Her halkada tevhid sesleri yükseliyor, tağut kavramı anlatılıyor ve şirk meselelerine değiniliyordu. Kimse şeyhini övmüyor, sesli zikir çekmiyor, hatme diye bir muhabbetten bahsetmiyordu. Allah’ım, bu nasıl bir güzellikti! O gün hiç bitmesin istedim. Hele ki yatsı namazı kılınırken, o yüksek sesli “Âmin.” demek yok mu, bir başka güzellik katmıştı geceye…

O günden sonra dinimi öğrenmeye, cahiliyeyi terk etmeye ve bana öğretilen ilimle Rabbime daha anlamlı ve istekli kulluk etmeye başlamıştım.

Rabbim, bana yardımcı olan, bildiği hakkı benimle paylaşan ve beni de hakka davet eden, başta Halis Hoca olmak üzere, tevhid ehli tüm abi ve kardeşlerimizden razı olsun; ayaklarımızı dini üzere sabit kısın.

Rabbim, bizlere İslam olmayı, İslam üzere yaşamayı ve İslam üzere can vermeyi nasip etsin.

Rabbim, bizleri bu dünyada Kur’ân ve sünnet çatısı altında bir arada topladığı gibi ahirette de hamd sancağı altında toplasın.

Rabbim, sıkıntısı olan kardeşlerimizin sıkıntılarını gidersin.

Rabbim, bir beklenti içerisinde olan kardeşlerimizin beklentilerine, dualarına hayır üzere icabet etsin.

Rabbim, başta Halis Hoca olmak üzere, dünyanın herhangi bir yerinde esir olan tüm kardeşlerimizin esaret bağlarını çözsün ve olanları zalimlerin elinden kurtarsın.

Bütün sıkıntılarımıza rağmen bizi hidayete eriştiren, hakkı duymamızı nasip eden, bütün hamd ve övgülerin yalnızca kendisine yapıldığı, kullarına karşı çok merhametli ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a (cc) hamdolsun…

Selam ve dua ile…

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver